Eskimeyen Eskilerim-1

Eskiden , “Eski” kelimesinin karşılığı, yıllarla, yaşanmışlıkla ölçülürdü. Sindirilmişlikti eski, değerdi, sende anısı olandı. Bugünün eskisi ise birkaç aya, birkaç haftaya, hatta birkaç güne tekabül ediyor. Bünyemizi arızaya bağlayan da bu değil mi ? Şimdinin dünyasında, anısı olmayan “eskilerimiz” var artık bizim. Anlamının derinliğinden uzakta, o kadar taze eskilerimiz var ki ! 

Benim eskilerimden bahsedeyim size biraz. İstanbul, Kurtuluş, Savaş Sokak, Asya Apartmanı’nda büyüdüm ben. Bitişik nizam dizilmiş binaların hepsinin balkonu, yatak odalarının arka tarafındaydı. Paralel iki sokaktaki apartmanların tüm balkonları birbirine bakardı. Balkon kıymetliydi, hem de çok. Ve bu binaların yeşille buluştuğu yegâne alanlar, giriş katta oturan kat sakinlerinin bahçeleriydi. Balkona çıktığımız vakitlerde nasiplenirdik doğayı teneffüs etmeye. En üst katta otururduk biz. Binada karşılıklı olmak üzere toplam 14 daire vardı. Salon penceresinden asıldığımı hatırlarım. Acaba belimin neresine kadar uzanabiliyor, ne kadar cüret edebiliyorum diye denerdim evde kimsenin olmadığı vakitlerde. Görmezdi kimse. Çocuk aklı işte. Ya başım dönse, ya sendelesem ve düşsem? Aklıma geldikçe o 7. kat, o küçücük bedenimle oracıkta can vermemek için hiçbir neden yokmuş diyorum. O zaman cüret ettiğim bu heyecanın ileride en büyük fobim olacağını nereden bilebilirdim. 43 yaşındayım, hâlâ yüksekten hazzetmem.

Yaş ilerledikçe insan zorlar kendini hatırlamak için . O eski günlere döndüğümde hatırladığım enteresan anlar var. Yüreğimde iz bırakan eskiler. Benim eskilerim. Anları kayda alır hafıza. Ama acı ama mutlu ama heyecan ama korku dolu anlardır o anlar öyle değil mi ? Bendekilerde öyle. 

Mesela biz gazeteden çıkan kartonlardan, kendi evimizi yapan jenerasyonduk. Mutlu anlarımızdı onlar. Annelerimiz beyaz ama kenarı çiçek desenli porselen yemek takımlarını, babalarımız kara kaplı Meydan Lauresse’ ları alabilmek için düzenli olarak biriktirirdi gazete kuponlarını. Yemek takımları masalarımızı , 24 ciltlik ansiklopediler ise vitrinlerimizi süslerdi. Vitrin derken sakın yanlış anlaşılmasın, ödevlerimiz bu kara kaplı ansiklopediler sayesinde yıldızlı pekiyi almaya hak kazanırdı. Bir nev’i kutsal bilgi kaynağıydı ansiklopediler bizim için o tarihlerde. Öyle ağırdı ki her bir cilt, maazallah yanlışlıkla elinizden düşürmeye görün, ayak çatlağı hatta parmak kırıklarına kadar varabilirdi neticesi. Bayılırdım ben ansiklopedilerden bir harf serisini seçerek, içindeki sayfaları karıştırıp, derinlemesine okumaya. Parmak ıslatıp, sayfa çeviren nesildenim ben. Teneffüs edebilsin diye her kitap alışverişinde kitapları burnuna götürüp sayfalarını hızlıca akıtarak kokusunu içine çekmeyi öğrettiğim bir oğlum var. Hazır yeri gelmişken, rahmetli babamın engin kütüphanesinde o zaman bize göre de eski tabii, kitapları sayfalarını koklamak için aldığımızda sararmış sayfalarıyla eski kitap kokusunun burun direğini sızlatan acı kokusuna dahi o zamanlar kahkahalarla gülen ben , 14’ lü yaşlarımdan sonra o kokuya aşık olarak büyüdüm. 

80’lerin sonuydu hafızam yanıltmıyorsa TRT’de -o zaman tek devlet kanalı dönemi idi- ekranlarda uzaydan gelen sevimli kahramanımız Alf’i dört gözle beklerdik. Ruhu şad olsun Müşfik Kenter seslendirirdi Alf ‘i. O kadar iyi bir seslendirmeydi ki şimdi düşündüğümde, herhalde orjinalini izlemeyi asla istemezdik diye yorumluyorum .

Milli Piyango’nun her evin heyecanı olduğu gerçeği vardı çocukluğumuzda. Belki hatırlayanlarınız vardır; TRT ekranlarında Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın oynadığı reklam serilerini. “Milli Piyango her ayın 9’unda, 19’unda, 29’unda milyonlar dağıtıyor. Koş, hemen bilet al” ve “Ya çıkarsa ? Belki de Sıra Sizde ? “melodisi hala kulaklarımda..

Anı biriktirmek, an’ı ölümsüzleştirmenin yolu o zaman da fotoğraf çekmekten geçerdi. Teknoloji bu kadar ileride değildi tabii . Kodak 36 lık fotoğraf çekimlerini pozlar bittiğinde fotografçıya götürüp banyo ettirtirdik. Heyecanla beklerdik . Öyle anında teslim alamazdınız fotoğrafları. En az bir hafta, en iyi ihtimalle 4-5 gün. 36 poz bitmeden makinenin kapağını açarsan vay haline. Yandı bitti kül oldu bütün fotoğraflar. Duaya yatılırdı inşallah hiçbirşey olmamıştır fotoğraflara diye ? Öyle her evde fotoğraf makinesi yoktu o zamanlar, şanslı sayılırdık. Kendisi için önemli bir aktivite yapan eş, dost akraba öncesinde gelip, babamdan fotoğraf makinesini ödünç isterdi. Kazara içinde unutulmuş pozlar var ise, geçmiş olsun. Nice anılar ,dumana karıştı vakti zamanında.

Sokağımızdan Ayı Oynatıcıları geçerdi. Hem korkar hem üzülürdüm. Oynatıcının elindeki tefi ile çaldığı dokuz sekizlik ritim başladığında ayı iki ayak üzerine yükselir ,başlardı oynamaya. Arada elindeki sopayla dürterdi oynatıcı ayıyı, dört ayak üzerine düşmesin yeniden diye. Gösteri bittiğinde paraları toplamaya başlardı oynatıcı. Kimin gönlünden ne koparsa. Uzaktan seyrederdik ,hep korkardım ben . En çok da üzülürdüm. Binalar arasına getirilmiş, doğasından koparılmış kocaman ayı ya sinirlenirse birden ,ya kaçmaya başlayıp o panikle saldırırsa insanlara. Flimlerde görürdük , paramparça edebilirdi insanı ayı, eğer gözü dönmüşse. Sonra yasaklandı ayı oynatmak yine aynı yıllarda. Eğlendirme üzerine kurulu bu çarkın bir kere dahi beni mutlu etmediğini öyle net kazımış ki kalbim ve beynim. Çok şükür rahatladık. O yüzdendir oldum olası sevmem ben hayvanlar üzerine kurulu eğlence dünyasını. Ne sirkleri, ne yunus gösterilerini ve daha adını anmak istemediğim türden dönen insanlıktan uzak bu çarkı.. 

Okumayı kelime fişlerinden öğrenen jenerasyonduk biz. Heceleyerek öğretiliyordu okuma ve yazma. Hatırlıyorum çok net ilkokul birinci sınıfta okumayı en hızlı söken öğrenciler, daha geç öğrenenlerle yan yana oturtulurdu. Cin Ali kitap serilerimiz vardı bizim. Cin Ali’nin Topu , Cin Ali’nin Topacı , Cin Ali Berber Fil diye giderdi. Yıllar geçti oğlum Ayaz’ı bir gün Göztepe’de Sevgili Sunay Akın’ın kurduğu Oyuncak Müzesi’ne götürmüştük. Orada Cin Ali kitap serisi ile yeniden karşılaştığımda eşimle göz göze geldiğimizi hatırlatırım. O duygu dolu anı hala unutmam.

90’ların Kült Dizisi Muhteşem İkili ‘yi çok severdik biz. Kuzen Lary ‘i hatırlarsınız. Sevgili Toprak Sergen yıllarca ses verdi ona. Ne gülerdik absürtlüklere. Aklımda 😊 

Ve biz yıllarca Cosby Ailesi’ni izledik . Bay Hoxable ı canlandıran Billy Cosby,  birçok çocuk için, anlayışlı baba örneği idi. Bizim jenerasyondaki yeri ayrıydı. Ne zaman ki biz büyüdük ve yıllar sonra Billy Cosby’ nin bir kadına cinsel saldırı suçundan ötürü cezaevine girdiği haberini okudum, o zaman çocukluğumdan bir parça yara aldı. Günahsız çocukluğumun kirlendiği an olarak hafızamdaki yer etti. 

En kalbi duygularla iletişim araçlarımızın başında mektuplaşma gelirdi bizim. Mektup yazan jenerasyonduk. En sevdiğim anlar, yazlık arkadaşlarıma kış geldiğinde yazıp gönderdiğim mektuplardı. Hevesle beklerdim mektuplarıma acaba karşılık gelecek mi diye ? Postacının sokağın başından girişini takip eder, apartmana yaklaştığında kalbimin güm güm atışlarını bugün gibi hissederim.

– Postacı Amca, Daire 11′ e mektup var mı bugün ?

Elim kalem tutmaya başladığı ilk günden itibaren yazarım ben. Hiç vazgeçmedim ne o zaman, ne de şimdi yazmaktan. Nefes alabildiğim andır yazmak. Hayallerimi, umutlarımı, en unutulmaz anlarımı, mutluluğumu, hüznümü ve hedeflerimi durmadan yazarım ben.

Bugün, yüreğimden çıkan satırlar eskimeyen eskilerimi anlatmak istedi size. Sonra baktım hiç bitecek gibi değil. Bunu bir yazı dizisi haline getirmeye karar verdim. O yüzdendir yazı başlığının adının Eskimeyen Eskilerim-1 olması .

Serinin ikincisi çok yakında…

Hepinize şahane bir hafta diliyorum. Sevgilerimle,

G.B.

WordPress.com.

Up ↑

%d blogcu bunu beğendi: