O günü bekliyorum umutla

Kaldırdım az önce başımı yeni doğan günün yüzüne.

Baktım, baktım, baktım.

Gök maviydi hâlâ, bulut nemli.

Ağlama sakın, dedim.

Sakın ağlama !

Ne baharlar geçti, ne baharlar gelecek elbet.

Umuda gülümse, dedim herşeye rağmen.

İndirdim başımı hizasına, çevirdim sağıma soluma.

Baktım, yalnız değilim.

Bir gamze kondu yüzüme.

Açtım avucumu yeniden

Baktım, o tohum tanesi.

İklimsiz, bir başına.

Sıkı sıkıya tutmuşum avuçlarımda.

Umut ekeceksin toprağına, dedim.

Bereket getireceksin diyarına

Bir gamze konduracaksın yüreği titreyen insanımın suratına

Özgürlüğün tatlı esintisini getireceksin vatanına

Ayrışmayan bir BİZ  filizlenecek tohumdan fidana

Kökünde hoşgörü olacak, gövdesinde dimdik adalet,

Yapraklarında huzur olacak.

Açacak çiçeklerinde buram buram sevgi,

İyilik kokacak.

Arşa varacak cumhuriyetin parlak yüzü.

Avucumda bir tohum, o günü bekliyorum umutla.

 

Gökşen Bozkoyunlu

15 Mayıs 2023

 

Eğer / Rudyard Kipling

İngiliz yazar, roman ve öykü yazarı Rudyard Kipling, 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan en genç yazardır. Bu videoda, Kipling’in orijinal adı “IF” olan “Eğer” adlı şiirini seslendirdim.

Sevgiyle kalın, farkında kalın.

Dengede Kalabilmek

Bir problemle karşılaştığınızda gösterdiğiniz ilk tepki ne oluyor?

Sinirleniyor musunuz?

Endişe mi duyuyorsunuz?

Sakince karşılayabiliyor musunuz?

Yoksa “Eyvah, ben şimdi ne yapacağım?” paniği mi sarıyor içinizi?

Bir soru daha.

Peki, bütün bu duygusal tepkilemelerinizde terazinin dengesini sarsan aklınız mı kalbiniz mi?

Kalp, daima tutunmak ister duygulara acı da olsa. Duygusaldır çünkü o. Sever köpürtmeyi.

Akılsa duyguya ket vurandır. Dondurur tüm duygusal tepkileri.

Ne sadece akılla ne de sadece duygularala çözülebilir sorunlar.

Çünkü hem bedeb hem ruh dengede olmayı ister daima.

Hangimizin derdi yok ki ? Hangimiz kanamıyoruz ki?

Mesele soruna sahip olmak değil.

Mesele o sorunun üstesinden nasıl geldiğimizde.

Sorunlarını mazeret olarak öne süren insanları sevmiyorum.

O yüzden,

Sürekli şikayet eden, durmadan mazeretler üreten, şöyle dertliyim böyle dertliyim diyen insanları uzaklaştırıyorum hayatımdan.

Hele ki söz verip tutmayan, zamanın kıymetini bilmeyip sürekli sizi geciktiren, oyalayan insanlar.

Ah onlar yok mu onlar.

İşte onlardan koşarak uzaklaşmanızı diliyorum.

Çünkü onlar,

Ne kendilerinin ne de başkalarının yaşamlarını önemserler. Yaşam terazilerinde dengeyi bulamayanlardır onlar. Mangalda kül bırakmayanlar onlar.

Oysa ben, oysa siz, oysa biz değerliyiz.

Ne zaman ki, kendinize değer verirseniz aklınız ve kalbiniz dengeye oturuverir. Bu huzur öyle değerli ki.

Taşımayın yüküyle gelen insanları ne aklınızda ne kalbinizde.

Sevgiyle kalın, farkında kalın.

Gökşen Bozkoyunlu

“Önce Ben” Diyebilmek

Doğuştan sahip olduğumuz bir yetenektir iletişim. Ne yazık ki bunun farkına varılmadan heba edilen pek çok yaşam var etrafımızda.

Bilgi ile donanmak hiç kuşkusuz her koşulda önemli olmakla birlikte, tek başına da bir şey ifade etmiyor. Zira o bilgilerin de paylaşılmasında, aktarılmasında temel gereksinim, iletişim. İletişim yoksa ne bilgi ne anı ne hikâye ne de tecrübe aktarılabiliyor.

Sorarım hepimize, en son ne zaman kendimize “Bugün nasılsın?” diye sorduk. Ne zaman iletişim kurduk kendimizle?

Önce “Ben” demekle başlıyor oysa her şey. Yanlış okumadınız evet, “Önce Ben” demekle başlıyor.

Kendimizi tanımak, anlamlandırmak, istek ve heveslerimizi, sevinç ve kaygılarımızı, hüzün ve dertlerimizi ve daha pek çok duygumuzun nasıl, neden ve hangi koşullar altında oluştuğunu anlamak işte önce o içimizdeki “Ben” ile iletişim kurarak anlaşılabiliyor.

Zira ben, benimle iletişim kurup bana sahip çıkmadıkça, yaşadığım bu hayat ta bana ait olmuyor. Daima başkalarının hayatlarını yaşıyor, başkalarının öğretilerini benimsiyor, başkalarının bakış açısıyla yaşama bakıyorum.

Mahkûmiyetin düşünce bağlarımıza vurulmuş bir prangadan ibaret olduğunu anlatmıştım bir yazımda. Özgürce düşünmek, önce “Ben” olmayı öğrenmekle başlıyor.

Ben olmayı öğrenmekse kendimize yapacağımız iletişim yolculuğu ile mümkün olabiliyor.

Kendimizi ne kadar tanıyoruz ?

Kendimize ne kadar değer veriyoruz?

Kendimizi ne kadar seviyor ve sayıyoruz?

İşte bu temel sorulara vereceğimiz dürüstçe yanıtlar kendi içsel yolculuğumuzun ilk adımlarını oluşturuyor.

doğuştan insan özüne tohumu ekilmiş bu eşsiz iletişim yeteneği önce kendi yaşam felsefemizde filizlenmeli ki, sağlam temelli rengarenk çiçeklerle dolu bir yaşam yolculuğumuz olsun.

Sahi, bugün nasılsınız?

Sevgiyle kalın, farkında kalın.

Gökşen Bozkoyunlu

Deniz Yıldızı / Kıssadan Hisse Öyküler

Günlerden bir gün, adamın biri sabahın kör saatinde uyanır ve okyanus kıyısına giderek güneşin doğuşunu izlemeye karar verir. Yol alır ve oraya vardığında görür ki kilometrelerce sahil onu beklemektedir.

Yavaşça yürümeye başlar ve çok uzak bir noktada, minik siyah bir nokta görür. Merak ederek yavaş yavaş ona doğru yürümeye başlar. Yaklaştıkça, o siyah noktanın aslında onu çok tatlı bir çocuğa kavuşturduğunu görür.

O çocuk ne yapıyordur biliyor musunuz ? Yanında, öresinde, berisinde gördüğü deniz yıldızlarını çılgınca okyanusa atmaktadır. Adam onu yanına yaklaştıktan sonra sorar.

-Ey çocuk günaydın ! sen bu deniz yıldızlarını neden okyanusa atıyorsun ?

Çocuk gülümser ve cevap verir;

-Güneş doğduğunda sular çekilir, ve deniz yıldızları eğer susuz kalırsa ölür. Ben o yüzden bu deniz yıldızlarını okyanusa atıyorum, der.

Adam manidar bir gülümseyle der ki;

– Kilometrelerce uzun bir sahil var burada, sen buradaki hangi deniz yıldızına yetişebilirsin ki ? hangi birini kurtarabilirsin ki ?

Çocuk bu cevap üzerine eğilir, tam da önünde duran deniz yıldınız alıp adama gösterir ve ardından onu okyanusun olabildiğince en derin yerine doğru atar. Ve dönüp adama şu cevabı verir;

-İşte bu deniz yıldızı için çok şey farketti, der.

Bu cevabın ardından her ikisi birden öğle saatlerine dek tüm sahil şeridince ulaşabildikleri belki binlerce deniz yıldınızı beraber okyanusun serin sularına atarlar.

Gelelim Kıssadan Hisseye;

Hepimizin tek bir hayatı var. Bizler birer insanız. Yaşadığımız dünya ve topraklarda sadece yaptığımız herhangi bir eylemle,bir kişinin veya bir canlının dahi kalbine dokunabiliyorsak, ona can suyu verebiliyorsak yapacağımız tek bir hareketle birçok şeyi olumlu yönde değiştirebiliyorsak eğer ; Ne fark eder ki ? demeyelim olur mu ?

Tıpkı çocuğun söylediği gibi;

– O deniz yıldızı için çok şey farketti.

Sevgiyle Kalın, Farkında Kalın.

Nedir Aile ? Hiç Düşündünüz Mü ?

Nedir Aile hiç düşündünüz mü ?

Tüm öğretilerden uzakta,bazen oturduğunuz o sahil kenarındaki banktır aile.

Bazen bir ormandaki ağaç dibi

Bazen hiç tanımadığınız ama gülüşüne kapılıp gittiğiniz o yabancıdır aile.

Aile, bazen de yapayalnızlığınızın içinde, kalabalıkların ortasındaki o gülüştür.

Her zaman kan bağıyla olunmaz aile.

Çünkü aile, kalbinizin orada olayım diye çırpındığı diyardır aslında.

Sözün özü; kalbiniz neresi çarpıyorsa, orasıdır aile.

Bazen de aile, sadece sizsinizdir.

Bunu daima aklımızda tutabilmek dileğiyle !

Sevgiler,

G.B.

Kardelen

İçindeki derin boşluğu tamamlamak ister gibiydi vedalaşırken. Ardında bıraktığı yaşamın can kırıkları kanatırken benliğini, yeni bir sayfa daha çevirebilecek miydi hayatında ? Ya da bunu nasıl yapacaktı ? Kayıpların derin boşluğunu nasıl dolduracaktı ? Gerçekte buna gücü var mıydı ? Yapayalnızdı. Sadece kaybettikleri miydi onu bir başına kılan? Peki ya vazgeçtikleri ? Son kez baktı ardına. Elinde bir avuç valizi, gözünde ürkek bir buğu, son damlasını eşiğine akıttığı gözyaşını geride bırakarak, indi merdivenlerden yavaş yavaş. Onun için dünya, eskimiş tuğlalarıyla kirlenmiş duvarlar arasındaki viran bir odadan ibaretti. Tıpkı kalbi gibi, tıpkı kırık dökük katran karası o koltuk gibi.

Yeniden başlamak için veda etmek gerekti. Ve yeniden doğmak için geçmişi silmek. Elinde olsa hafızasını silmek ister miydi ? Ah keşke ! Ümitleri ellerinin arasından alınmadan, kalbi yerden yere çalınmadan, huzuruna kelepçe vurulmadan uyanacağı, aydınlık sabahları hayal ediyordu. Aldığı her nefesin yeni bir başlangıç için kendine sunulmuş bir fırsat olduğunu biliyordu. Tüm bu düşüncelerle doluyken, mayasına umut ektiği yepyeni bir yarına doğru yol almaya başlamıştı bindiği tren.

Artık tek bir dostu vardı hayatında. Ona sesini duyurabilecek, asla ihanet etmeyecek ve bundan sonraki yaşamının ilk gününden itibaren sırdaş olacak, yoldaş olacak tek bir dost. Diri diri gömüldüğü kör, sağır çukurdan çekip çıkardığı ve yüreğine yeniden kondurduğu bir dost. İç sesi. Şimdi onu bindiği bu trenle tutsak geçmişinden kurtarıp,özgür yarınlarına taşıyordu.

Bir an elindeki bileti sıkıca kavrayıp sinesine bastırdı. Vagon penceresinden dışarıya yönelttiği bakışlarında ve zihninde beliren her duygu ve düşünce tamlamasında “Yeni” kelimesi, bir süre rol çalacaktı. Yeni bir sabah, yeni bir gün, yeni bir hayat. Hatta iç sesi daha da pekiştirecekti bunu. “Yepyeni” bir hayat diyecekti adına. gamzesine sızılı bir gülümseme kondurduğu o esnada, özgür bıraktığı iç sesi haykırıverdi bir avazla;

– Kocaman istiyorum, koskocaman ! Yepyeni bir kahkaha sığdır o gamzene. Sen bunu hakediyorsan , diyordu.

Sonra bir an kekremsi gülüşüne en son zaman çocuk olmaktan vazgeçtiğini düşündüğü bir yağmur bulutu çöküverdi. Tren tünele girerken zamansız,amansız ihtimalleri özlediği çocuk anılarına gitti sisler ardında. kapadı gözlerini ve yaklaştıkça çocukluğuna, büyüdüğünü hissetti yeniden. Ayaza sarmış o kış sabahında,karda açmış o kardelen geldi gözünün önüne. Ve kulağında o eşsiz Sezen Aksu melodisi çınlarken, şarkının sözleri dökülüverdi dudaklarından ;

…Aç kardelen aç,

Dağın olayım,suyun olayım,göğün olayım aç.

Aç kardelen aç,

Her çiçeğin kar altından güneşe giden masalında

Yaşamak yeniden tazelenir yeniden anlamlanır

ışığa uzanırken kardelen kış rüyasından

Ümidin mucizesiyle sevince uyanır..

Onu mazisinden geleceğine taşıyan bu kara tren, saatler boyunca lokomotiflerinden kıvılcımlar saçarak geceyi aydınlatmıştı. Dönüşü olmayan bu tek yön yolculukta şimdi, yepyeni bir ezgi dilleniyordu tren düdüğünde. istasyona yaklaştıkça yavaşlıyordu tren. Vakit gelmişti. Tren birazdan duracak, kompartımanlar boşalacak, bütün yolcular sokaklara dağılıp hayata karışacaklardı. O da ikinci yaşamına ilk adımını bu istasyonda atmış olacaktı. Başını uzatıp pencereden baktı. Ürkek bir kuş misali etrafı görmeye, anlamaya çalışıyordu. Paramparçayken tutunmaya çalışmak hayata nasılmış, onu tecrübe etmeye başlamıştı önce gözleri sonra avuçlarından akan teri ve nihayetinde hızlanan kalp ritmi ile. İlk adım, tırmanmaya başlayacağı dimdik bir yokuşun başı gibiydi onun için.

Bindiği taksi ile olması gereken yere ulaştığında, iyot kokulu bir umudun kıyısına vardığını anladı. Martıların şenliği altında, iç sesi dile geliverdi yeniden;

– Hoşgeldin yeni yaşamına, hoşgeldin !

Gamzesine ilişen umut dolu gülümsemeyle derin bir nefes çekti içine. giderek huzur doluyordu ciğerleri. Yanı başındaki banka oturdu. Valizini yamacına bırakıp ardına yaslandı,kapadı gözlerini beklerken. Saçları değildi sadece rüzgarda dağılan, şimdi sanki geçmişi de tel tel uzaklaşıyordu zihninden, bedeninden. Huzurdu esen.

Ayağına değen bir şeyle irkiliverdi aniden. Minik bir yavru kediydi bu deniz mavisi gözleriyle ona değen. Kucağına aldı hemen. Ve dudaklarından dökülüverdi cümleler;

– Merhaba Umut ! Ben, Kardelen . Beraber başlayalım mı yepyeni bir hayata, ne dersin ?

Aklımda Hep Sen / Kürşat Başar

“Başucumda Müzik” sayesinde tanıştım yıllar evvel Kürşat Başar’la. Bir kadının düşünce algoritmasını bu denli iyi algılayabilmek ve ötesinde, satırlara aktarabilme ustalığına hayran kalmıştım kitabı bitirdiğimde. Peşi sıra diğer kitaplarına sarıldım her defasında. Hepsi ayrı bir tat bıraktı bende. “Aklımda Hep Sen” de ise, yaşadığım bu hissiyat derinleşirken, sanki ilk defa tanıştığım bir insanla başbaşa oturup, onun yaşam hikayesini kimi zaman şaşkınlıkla, kimi zamansa derin bir elemle dinlediğim bir odada saatler geçirdiğimi düşündüm hep.

Kitabı okumuş yahut henüz okumaya başlayıp ta bitirdiğinde, sonunu havada kalmış bir kitap olarak yorumlamış yahut yorumlayacak birçok kişi olacaktır. Oysa ben, empati duygumun beni alıp götürdüğü o yaşanmışlığın sonunun gerçekten bilmek istemeyeceğim bir virgülle sonlandırılmasını, tam da burada nihayetlenmeli dediğim anda bitmesini çok değerli bularak alkışladım.

Karakterimiz Ebru’nun ,çıktığı tren yolculuğunda hatırladıklarıyla başlayan, çocukluğundan kendini bulmasına kadar ve ötesinde hesaplaşmalarına ve elbetteki gerçek aşkını bulma hikayesine tanıklık ediyoruz kitapta.

Kafeslere koyamayacağımız aşkın, kimselere sormadan gelip yine kimselere sormadan çıkıp gittiğini söyleyen Sevgili Kürşat Başar’a teşekkürlerimle.

Niyet eden herkese iyi okumalar dilerim.

Limon Ağacı / Sandy Tolan

Roman tadında yazılmış bir tarih kitabı aslında Limon Ağacı.

Sene 1967. Yıllar evvel ailelerinin terk etmek durumunda kaldığı, kendi çocukluk yıllarının geçtiği evlerini ziyaret etmek üzere İsrail’e gelen kuzenlerin, buradaki ilk karşılanma şekli ile başlıyor anlatım. İsrail-Filistin çatışmasının gerçekliği içindeki hayatların tarihsel sürecini okuyoruz aslında Limon Ağacı’nda.

Farklı zamanlarda ama aynı evde yaşayan Arap ve Yahudi iki ailenin evlatları Bekir ve Dalia’nın gelişen dostluğuna tanıklık ediyoruz kitapta. barışa adanmış bahçelerindeki o limon ağacı, o kadar derinden sızlatıyor ki yüreğimi. Boğazımda kocaman bir yumru şimdi.

Merhaba !

Tam olarak 6 aylığım bu fotoğrafta, dev çınarımın kucağında. Yıllar geçti, büyüdüm herkes gibi, sen gibi. Elde olsa büyür müydüm? Kocaman bir soru işareti kimimize göre. Duygularımı sevdim ben hep. Sevincimi, hüznümü, öfkemi sevdim. Ve tutkularımı, inadımı, heyecanlarımı daima. Sabrettiklerimi ve vazgeçtiklerimi düşündüğümde görüyorum ki beni onlar bugünkü ben yaptı işte. Doğaya kulak vermeyi sevdim. Edebiyatı sevdim, şiiri. Şimdilerde dillenmemiş sustuklarımı yazıyorum. Evladıma, henüz doğmamış torunuma bir iz düşümü olsun istiyorum bu satırlar. Hepsi bu. Ne mi yazıyorum? Kalbimden taşanları, gezdiklerimi, gördüklerimi, okuduklarımı, doğayı ve tabii ki insanı insan yapan her nev’i duyguyu.

WordPress.com.

Up ↑

%d blogcu bunu beğendi: